28 Şubat 1997’de muhafazakar kitle bir post-modern müdaheleye maruz kaldı, mağdur edildi ve çok ciddi haksızlıklara ve inanca dair kişisel yaşamlarda zulme bile uğradı.
2002’lerle başlayan yeni süreç, muhafazakar kitle için de, bahar döneminin başlangıcı oldu. Ak Parti iktidarıyla başlayan bu yıllarda, bu kitle üzerindeki “kamusal” veya “mahalle baskısı” denebilecek negatif psikolojik sindirme girişimleri azalmaya başladı. 2007’lerden sonra ise; artık muhafazakar kitle özel ve kamusal alanlarda başat aktör olmaya başladı. İşte tam da bu “imkan genişlemesi” ve muhalin mümküne dönüşmesi, bu kitlede çok ciddi kırılmalara, dönüşümlere ve evrilmeye yol açtı.
2002 ile başlayan yeni dönem ülkenin hem ekonomik büyümesini getirdi, hem de kişi hak ve özgürlükleri bakımından daha demokratik bir zemin oluşmasını sağladı. Bu hak ve özgürlük genişlemesi en çok da muhafazakar kitlenin varlık ve hareket alanını geliştirdi, genişletti ve büyüttü. Yani bu dönemde özgürlük alanındaki genişleme, en fazla bu kitlenin istifade etmesine imkan verdi.
Ekonomik ve sosyal bakımdan özgürlük alanının genişlemesi , muhafazakar kitlede yeni bir süreci başlattı. Bu süreç bir nevi, spesifik olarak bu kitleyle anlam kazanan “muhafazakarlık”kavramının biraz da içinin boşaltılarak muhafaza edilememesine sebebiyet verdi. 1980 öncesi “solcu”ları, 90’larda ekonomi ve paranın cezbediciliğiyle kapitalize olarak, liberal sistemin imkanlarından istifadeye dayalı bir dönüşüme uğrayarak, “iş-işçi, emek- emekçi” gibi sosyalizmin söylemlerinin terk edip, hatta “komprador işbirlikçi” diye suçladıkları işveren sınıfına dahil olarak ve tamamen farklı bir mecraya sürüklenerek, başlangıçtaki tüm özelliğini kaybetti. Dejenere, ekonomik ve bireyselci bir kapitalizmin dişlileri arasında kayboldu gitti.
2007’lerden sonra muhafazakar kitlede ortaya çıkan değişim, dönüşüm ve başkalaşım da nitelik olarak yukarda bahsettiğim “sol kesim”in “metamorfoz”uyla çok ciddi benzerlik arz etmektedir. Daha önce ve özellikle de 28 Şubat sürecinde, inanç, idrak, iman, uhuvvet, ahiret mefhumlarının vazgeçilmez olmazsa olmazlardan olduğu bu kitle, 2010’lu yıllara gelindiğinde, kişisel ekonomiyi önceleyen ve bunu realize ederken de ciddi tavizleri göze alan bir tavır göstermeye başladı. Geldiğimiz noktada gördüğümüz yeni bir “muhafazakar ekonomi” ve buna bağlı olarak, yeni bir orta-üst sınıf “muhafazakar sosyete” ortaya çıktı. “Muhafazakar kitle”de, artık maddi tatmini esas alan ve “hazzın maneviyatı” edebiyatıyla, inanç, değer ve kalplere mugayirliği kendilerince de bilinen bu “ haz devri muhafazakarlığını” içselleştirmek ve sindirmek için; tolerizasyon, maddi’nin manevileştirilmesi ve daha önce haram görülenlerin helalleştirilmesi gibi imkansızı izah etme gayretini içeren bir “ucube”leşme süreci başladı.
Bu yeni tarz muhafazakar yaklaşım farklı saiklerle dinamize olmaya başladı. Daha önceki olmazları olabilirleşmeye, yumşamaya, ve inanca taalluk eden ritüeller değişmeye başladı. Bu kitlenin öncelikleri ve “kutsal”ları değişmeye ve”önemsiz”leşmeye başlayarak, daha önceleri başat olmazlar olarak idrak edilen “telakki”ler, daha “dünyevi”lerle yer değiştirmeye başladı. Ekonomik edinimler ve parametreler, etik, ahlaki ve itikadi vecibeleri bir kenara koydurmaya ,ihmal ettirmeye ve sıradanlaştırmaya yöneltti. Lüks hayat sevilmeye ve konformist zihniyet kabullenilip ona göre yaşamsal refleksler oluştu. Lüks evler, lüks araçlar, pahalı ve gösterişli kıyafetler öncelenmeye başladı. 28 şubat sürecinde kişilere eğitimini yarıda bıraktıran ve hatta başka ülkelere gitmek zorunda kalınan “başörtüsü” bile, oluşan “muhafazakar moda” yaklaşımının sembolü haline geldi. Daha önceleri inancın gereği şeklinde yaşamanın bir sembolü olan “başörtüsü”, ekonomikleşen kitlenin kendi zihinsel paradigmasında bir nevi “içsel savunma mekanizması”nın şekli görüntüsü haline geldi. “Başörtüsü” gibi bireysel inancın en temel göstergesi olan bir argüman; maalesef lüks giyinmenin veya vicdani baskıyı savuşturmanın, özden uzaklaşmanın kamuflajı bir aksesuar haline geldi.
Daha önceleri bu kitle, lüks kıyafetleri, araçları, evleri bir israf gibi telakki ederken, yeni süreçte “Müslüman zengin olmalı, kaliteli giyinmeli, güzel yaşamalı” gibi söylemlerle kendi geldiği noktayı tolere etmek için savunma söylemleri geliştirmeye başladı. Evet Müslüman da zengin olmalı, varlıklı olmalı, “maddeten terakki etmeli ki, manen de terakkide daha hızlı yol alabilsin”. Ama bu kitlenin konsepti çerçevesinde bu zenginleşmenin bir de “meşruiyet” sorunsalını asla göz ardı etmemek lazımdır. Aksi takdirde daha önce eleştirdiği, yanlış bulduğu ve inanca dair meşru olmadığına dair iddialarının hepsini yutmak olacaktır. Düne kadar eleştirdiğin yaşam tarzlarıyla aynılaşmak olacaktır.
Dünün mağduru bugünün mağruru haline gelmiştir. Mağdur, adeta rövanşist bir tavırla, eleştirdiği ve kendi mağduriyetinin sebebi olarak gördüğü kitlenin negatif reflekslerini sergilemeye başlamıştır. İşte bu nokta “muhafazkar kitle”nin en büyük paradoksu ve açmazıdır. Çünkü bu kitlenin kendine atfettiği sosyoloji ve fikri psikoloji, rövanşist tavrı, mağrura benzemeyi, ve muktedirlik edinimiyle birlikte mütekebbir hareketi meneder. Ama gelinen noktada kitleyi “muhafazakar” yapan hasletlerle uyuşmayan, mahfuz etmesi gereken özellikleri göz ardı eden, kibir, tahakküm ve “ben merkezci” davranışlarla, kendini tanımladığı ve konumladığı özelliklerden uzaklaştıran refleksler muhafazkar kitlenin en büyük handikapı olarak ortaya çıkmıştır.
Ama aslında bu tarz “makulleştirme ve İslamileştirme” söylemleriyle rasyonalize etmeye çalıştıkları enstrümanlara kendileri de inanmıyorlar. Ama paranın yüzü sıcaktır, konformist hayat, nefsin hoşuna gitmiştir. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. Artık muhafazakar kitlede “pandoranın kutusu” açıldı, her şey ortalığa saçıldı ve “at izi, it izine karışmaya” başladı.
Gelinen bu nokta, bu kitlenin “nefis muhasebesi” veya başka bir deyişle, kaçınılmaz ve acil otokritik yapma sürecidir. Bu kitle şöyle bir bakıp; “nerdeydik, nereye geldik” demeye mecbur ve mahkumdur. Çünkü kendilerine atfettikleri ahlaki ve etik değerleri allak bullak olmuş vaziyettedir. Ahlakilik ve etik değer olgusu ekonomiyle ve dolayısıyla da “dünyevileşme” ile yer değiştirmiş ve kendini var eden değerlerin tümden değişeceği bir noktadadır. Bunun yanında; Muhafazakar kitlede azınlık gibi görünse de, kitlenin manevi ruhuna ve değerler manzumesine sadakati sürdüren bir kesimin varlığı çok büyük önem arz etmektedir. Tümden negatif değişimi engelleyen ve mensuplarına adeta değerlerini hatırlatan ve uyarıcı söylem ve eylemleri sürekli dillendirerek, mağrur ve muktedirlik sarhoşluğundaki kitleyi öze dönüş cihetinde uyaran “akil azınlık”, bu kitlenin yeniden kendi olabilmesi için son şanstır. Tüm bu eleştirileri getirirken, hala hamiyet, ahlaki değerler, etik davranışlar konusunda hassasiyetini her şeye rağmen canlı ve diri tutmaya çalışan bu kesimin dramatik hassasiyetini anmamak haksızlık olur. Bu kesim teşbih bağlamında söylersek; Uhud savaşında zafer sarhoşluğu içinde ganimet peşinde koşan okçulara mevzilerini terk etmemeleri için cansiperane çaba sarfeden ve tehlikeyi görüp uyaran bilge kişilikleri hatırlatmaktadır.
Bu bağlamda; bu kitlenin siyasileri, bürokratları, işverenleri, patronları, kanaat önderleri, yazarları, aileleri, kadınları, erkekleri , kısaca kendinde muhafazakarlıkla aidiyet hisseden hemen herkes, acilen, şiddetle ve ivedi olarak bir “nefis muhasebesi” başlatmak zorundadır.
Çok gerilere gitmeye gerek yok. Sadece son on yılda kendi eliyle yaptığı “muharref değişime” kritize bir nazar ettiğinde, neyin ne kadar devinip, dönüşüp evrildiğini ve hatta yozlaştığını çok net görecektir. “2002 de hangi zihni, imanı, itikadi ve ekonomik noktada idim, şimdi nerdeyim” diye bir murakebe, muhasebe ve muhakeme yaptığında kazandığı şeylerin, kendisine ne kaybettirdiğini de çok net görecektir.
Aksi takdirde muhafazakar kitle var olmaya devam edecektir ama “muhafazakar”lığından eser kalmayacak, dünyevileşmiş ve sekülerize olmuş, sıradanlaşmış bir topluluktan farksızlaşacaktır. Kendisini tanımladığı ve bununla farklılaştığına inandığı ve içeriğinde “ahlakilik ve İslamilik” atfettiği nitelikler manzumesinin kavramsallaşmış hali olan “ muhafazakarlık” yok olacaktır. Muhafazakar kitle inandığı temel değerler ve inançlar çerçevesinde “aslına rücü etmek” ve ontolojisine muvafıklaşmak zorundadır.
Yoksa muhafazakar kitlenin “muhafazakar” boyutunun inkiraz ve bitiş dönemine girilmiş olacak ve malum son ise kaçınılmazlaşacaktır.
Not: yukarıda özellikle tırnak içerisinde vurguladığım muhafazakarlık, dini hassasiyeti ön plana alarak yaşam tarzı oluşturan kitlelere atıfta bulunmaktır. Bu arada; kullandığım anlamda muhafazakarlığını “muhafaza” ederek, sade ve inandığı değerler çerçevesinde, istikamet üzere yaşayanları, bu yazıdaki içerikten istisna tuttuğumu hassaten vurgulamak isterim.