Fatih Sultan Mehmet; ‘İnsanlara dinin ne, namazın var mı, oruç tutuyor musun? gibi Allah’ın soracağı sorular sormayacaksınız!
Haddini bil, Allah’ın yetkisine ortak olma!’ der…
Ne kadar meraklıyız yapmadığımızı başkasına sormaya,
Ne kadar istekliyiz başkaları hakkında hüküm vermeye, ahkam kesmeye,
Ne kadar istekliyiz bencilce “sütten çıkmış ak kaşık” gibiliğe….
Hele konu, “din, siyaset ve ekonomi” olunca hepimiz birer prof. kesiliveririz.
Biliriz hepimiz her şeyi, herkesten daha iyi…
Allame-i Cihan kesiliriz konu bunlar olunca,
Başlarız hükümferma sözlerle; “helaldir-haramdır, günahtır-sevaptır, doğrudur-yanlıştır, caizdir-değildir” diye…
İslam, kimliğimizde yazar sadece, başkaca buluşmamız olmaz yaşarken hayatı,
Mangalda kül bırakmayız cahilce, farkında olmadan cehaletimizin,
Büyük büyük laflar ederiz, bilmediğimiz konularda, her şeyi bilir gibi,
Neden mecburmuşuz gibi zorlarız konuşmaya kendimizi, ilgilendirmeyen konularda,
Neden vazife ediniriz, üstümüze vazife olmayan şeyleri,
Neden hep “durumdan görev” çıkartmaya çalışırız, hiç görevimiz değilken,
Cem Yılmaz’ın skecindeki gibi adama sorarsın:
“Faruk Eczanesi nerede?
Immmm… Faruk Eczanesiiiiii……???
Faruk Eczanesiiiiii…..???
Yahu Faruk kıraathanesi olmasın…”
Halbuki cevabı basit; “bilmiyorum”
Evet bilmiyorum de sadece…
Neden bilmediğimizde “bilmiyorum” diyemiyoruz…
Halbuki susmak, konuşmamak, bilmediğinde “bilmiyorum” demek ne kolaydır.
Ama olmazzzzz…
Yakışır mı bize hiç, ”bilmiyorum” demek…
Konu siyasettir; başlarız konuşmaya adeta “siyaset bizim işimiz” dercesine,
Bizim partimizdense şeytan, melektir bize,
Melek karşı partide ise, şeytandır bizim için…
Partilimizi severiz taparcasına,
Muhalifi yereriz acımasızca…
Partilimizin hatası bile erdemlicedir bize,
Muhalifin doğrusu bile hatadır nazarımızda…
İttifak etmeyiz asgari müştereklerde bile,
İhtilaftayız sevdiklerimizle bile, farklı partilerde…
Neden hep “at gözlüğü” takarız görmeyen gözlerimize,
Neden görmeyiz bakarken, İlahi lütuf gözlerimizle…
Neden mühürleriz kalp gözümüzü, bakar körlüğümüzle,
Neden hep nefret üretiriz, severken bile…
Konu Din olur, ulema kesiliriz hepimiz,
Başlarız; “dinimizin yüceliğinden, büyüklüğünden, ulviliğinden”,
Ömründe bir defa olsun okumamıştır Kur’an’ı mealinden…
“Bu duayı elli kişiye gönderen cennete erişir, cehennemden uzak kalır” mesajları yollarız birbirimize.
Hı hı… o kadar ucuzdu Cennet, lüzumuzdu Cehennem… Öyle mi?
Dijitalize ettik dini, imanı, islamı, ahkamı, Kur’an’ı,… Kısaca dünyayı, ahireti…
Ayet paylaşırız “yeni nesil” iletişim; Sosyal Medya’da…
“Maide Suresi-51: Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin…”
Devamını ve espirisini sorarsın bu ayetin; “ben hafız mıyım, ayet ayettir, yoksa inanmıyor musun” dercesine bakar yüzüne, münkire bakar gibi….
Bilmez bu ayetin neden’ini, niçin’ini, nerede, hangi şartlarda indirildiğini.
Yaşamsal oportünizmine destek olarak söyler bir hadis (sahihliğini bile araştırmaz),
Ağzının dolusu ile başlar lafa; “Peygamberimiz buyuruyor ki…”,
Görmez o Alemlerin Efendisi’nin; “Muhakkak ki Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” hadisini…
Aynen Ziya Paşa’nın:
“Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim
Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzarında”
(Birçok acemi müneccim gökte yıldız ararken, gaflete dalarak önündeki çukuru göremezler) dediği gibidirler…
Namaz kılmaz, neden namaz kılmıyorsun der,
Oruç tutmaz, niçin tutmazsın der,
Camiye gitmez, “Hayırlı cumalar” mesajı yollar,
Her haltı yer… namazı, orucu, haccı kefaret misali kamuflaj yapar,
Umreye gider turistik seyahat gibi yılda birkaç defa,
“VİP olarak gittim ben” der ballandıra ballandıra…
Sonra çıkar; onun dinine, bunun imanına, ötekinin itikadına kelam eder.
Sanki eline almış bir “İmanölçer”; başlamış İlahi vekaletle(!) Cennet-Cehennem bileti kesmeye…
Karışma ey İnsanoğlu karışma başkalarının imanını, imansızlığını değerlendirmeye, ölçümlemeye…
Şems-i Tebrizi’nin dediği gibi;
“Ne diye böbürlenip büyükleniyorsun. Doğumun bir damla su, ölümün bir avuç toprak değil mi?” senin de…..
Halil Cibran der ki;
“Din bir tarladır insanlar için, sadece menfaati olanlar sürer o tarlayı,
Kimi cennete gitmeyi umut eder dindarların, kimi de cehennem ateşinden korkar cahilce.
İbadet etmezdi insanlar hiçbir Tanrı’ya, yeniden dirilme korkusu olmasaydı.
Ve inkar ederlerdi Tanrı’yı, sevap beklentisi olmasaydı.
Sanki din bir ticarethanedir onlar için; işlettiklerinde kazanıp ihmal ettiklerinde zarara uğradıkları.”